Blog

Yazılar

Annie Ernaux: “Yazmak benim gözümde her zaman geniş anlamıyla siyasi bir eylemdir”

Annie Ernaux: “Yazmak benim gözümde her zaman geniş anlamıyla siyasi bir eylemdir”

Alexandre Gefen’in henüz Türkçeye çevrilmemiş La littérature est une affaire politique (Edebiyat Siyasi Bir İştir, 2022) kitabındaki Annie Ernaux söyleşisini İlker Kocael Türkçeye aktardı.

1940 yılında taşralı küçük esnaf bir ailede doğan Annie Ernaux orta öğrenim kurumlarında öğretmenlik yaptı. Seneler‘i de içeren romanları ve otobiyografik anlatıları, II. Dünya Savaşı sonrası Fransa’sının siyasi ve kültürel tarihini ve feminizme dair meseleleri ele alırken sosyolojiden esinlendi. Ernaux sık sık siyasi tavrını ifade etmiştir; Emmanuel Macron’u hedef alırken, Jean-Luc Mélenchon’u desteklerken, Filistin meselesine ya da Sarı Yeleklilerin taleplerine arka çıkarken.

Siyasi meselelerle ilk karşılaşmanız nasıl oldu? İlk kez oy kullandığınız zamanı hatırlıyor musunuz?

Bana öyle geliyor ki kendimi bildim bileli siyasetle karşı karşıyayım, bunun özel bir sebebi var: 1940 yılında Normandiya’da doğdum. Savaş, ölümcül bombardımanlar, sonra kutlamalarında mavi beyaz kırmızı elbise giydiğim ateşkes. İlk kez oy kullanan anneme eşlik ettiğimi hatırlıyorum; oy kullandığı alan perdeyle kapatılmış garip bir yerdi, kilisenin günah çıkarma kabinine benziyordu. Ailem bakkal-kafe işletiyordu. Mutfağa bitişik kafe -ikisi arasında kapı yoktu- siyasi meselelere dahil olma durumumu pekiştirdi; tabii kafenin büyük oranda müşteri kitlesini oluşturan işçilerin günlük sohbetlerinden söz ediyorum.

Çocukluğum ve gençliğim toplumsal/siyasi konuşmalar içinde geçti: Laniel’e karşı 1953 yazında düzenlenen grevler, Diên Biên Phu’nun düşüşü ve elbette “olaylar” dediğimiz Cezayir Savaşı. 1958’de 18 yaşındaydım, de Gaulle tarafından düzenlenen referandumda -o sıralarda oy kullanma yaşı 21 olduğu için oy kullanamasam da- sıkı bir “evet” taraftarıydım. Sanırım ilk ciddi tartışmalarımı o yaz, de Gaulle’ün arzu ettiği 5. Cumhuriyet üzerine yapmıştım. Ertesi yıl siyasi düşüncem de Gaulle’e muhalefet yönünde evrildi ve Cezayir’in bağımsızlığını savunmaya başladım. Dönemin tüm öğrencilerinin de tecrübe ettiği gibi, üniversitedeki ilk yıllarıma OAS’ın (Gizli Ordu Örgütü) saldırıları ve Generaller Darbesiyle birlikte bu mesele, bu savaş damgasını vurdu.

İlk kez oy kullandığım günü unutmam mümkün değil: Cumhurbaşkanı’nın halk oyuyla seçilmesi yönünde Anayasa değişikliğini oyladığımız 28 Ocak 1962 Referandumu. Her cumhurbaşkanlığı seçiminde o günü hatırlıyorum ve her seçim o gün “hayır” oyu vermekte ne kadar haklı olduğumu bana acı acı hatırlatıyor. Mendès France, Mitterrand, Waldeck Rochet gibi isimlerin o dönemde karşı çıktıkları şey -yani cumhurbaşkanının gücünün parlamento aleyhinde genişlemesi- gerçek oldu.

Merkezinde siyasetin bulunduğu bir ailede, çevrede mi büyüdünüz? Siyasi tartışmalar ya da aktivizm alışkanlığı olan bir çevre miydi? Siyasi habitus’ünüz nedir?

Ailemde yalnızca bir kuzenim Komünist Parti’deydi. Annem babam hiçbir partinin mensubu değildi. 1956 yılında küçük esnaf olarak Poujade’a verdikleri oy haricinde hep soldan yana oy kullandılar, 1965’te Mitterand’ı de Gaulle’e tercih ettiler. 1936 grevlerinin ve Léon Blum’un hatırası çok canlıydı. Bu Léon Blum “işçi için iyiydi”. Zıttı “Kodamanlar (zenginler) için iyi” ifadesi ile birlikte sıklıkla duyduğum bu deyiş, içinde bulunduğum çevrenin siyasi vizyonunu net bir şekilde açıklar. Siyaseti toplumsal yönü üzerinden algılarız.

Benim siyasi habitus’üm 16-17 yaşlarıma kadar çok net değildi, çünkü “yüksek sınıfın” kızlarıyla birlikte özel bir Katolik okulunda okuyordum, öğretmenlerimiz laik okulları, “Allahsız okulları”, sosyalistleri ve komünistleri kötülüyordu. Hâlbuki biz ailemle daha mütevazı bir hayat sürüyorduk, durumumuz -daha öncesinde anne babamın da aralarında bulunduğu- işçilerden biraz daha iyiydi sadece. 16 yaşında okuduğum Gazap Üzümleri beni çarptı, işte bu toplumsal grupta, bu insanların arasında kendimi konumlandırmalıydım sanki. Sınıf geçişi yaşayanlara özgü bir siyasi habitus vardır, bir bölünmüşlük hissederler. Ancak felsefe dersinde hocanın Marksist analizlerine ikna olmam çok kolay oldu, aynı hocanın oluşturduğu “elden ele kütüphaneden” ödünç aldığım ilk kitap, hâlâ çok iyi hatırlıyorum, Chombart de Lauwe’un İşçi Ailelerin Günlük Yaşamı’ydı. Orada bizim toplumsal habitus’ümüzün tamamını bulmuştum, o dönemde bu terim henüz kullanılmıyordu tabii.

Bununla birlikte gündelik hayatta anne babanın buyrukları, yargıları siyasi eğilimi belirlemede hangi ölçüde etkili oluyor, bunu da merak ediyorum. Bu anlamda varlıklı çevreden gelen arkadaşlarım karşısında hissettiğim aşağılık duygusuna annemin defalarca “Sen onlardan aşağı değilsin” sözleriyle karşı çıkması, arkadaşlar arasında yaptığımız tartışmalar kadar, hatta belki onlardan daha da fazla etkide bulunmuştur.

Fransız siyasi hayatını ele alan birçok metniniz var. Genel anlamda son 30-40 yıla nasıl bakıyorsunuz?

1983’te Mitterand’ın tuttuğu liberalleşme yolundan bu yana kesintisiz bir sağcılaşma süreci içindeyiz -1997’de Chirac’ın Jospin’le cohabitation’u (1) gibi yaşadığımız birkaç sol “ana” rağmen. 1981’de -idam cezasının kaldırılması, yıllık izne beşinci haftanın eklenmesi gibi- özgürlükçü yasaları art arda çıkartan bu adamın bizi kararlı bir şekilde disiplin dogmasına ve piyasa ekonomisine doğru sürüklediğini görmek istemiyorduk; bir yanılsamadan uyanmak zor bir iş! Benim için dönüm noktası Yves Montand’ın, Komünist Parti’nin yoldaşı olarak bize “Vive la crise” yayınında kabaca söylersek liberal ekonomi düzenine ne şekilde boyun eğmemiz gerektiğini anlatması oldu. Buna paralel olarak toplumsal olanın silinmesinden de bahsedebiliriz; cumhurbaşkanlığı seçimleri haricinde toplum siyasette bir hayalete dönüştü. Şurası çok açık: İnsanların hayatından uzaklaşma hem Sosyalist Parti’nin hem de sağ partilerin hesabına yazılabilecek bu terk ediş, seçmenlerin bir bölümünü Ulusal Cephe’ye doğru itti. İşte bu partinin siyasi manzarada gittikçe daha güçlü bir şekilde yer alması son on yılların önemli meselelerinden biri. Ulusal Cephe kendi gündemini, yani göç ve İslam meselelerini kamuoyuna dayattı; eğer hükümetin sağ ve sol kanatlarında destekçileri olmasaydı (Manuel Valls onlardan yalnızca biri), bunu bu kadar kolaylıkla yapamazlardı.  

Her zaman grevler oluyordu, şimdilerde buna “toplumsal hareketler” diyorlar, ancak bunların sonuçlarına bakarsak -1995’te Sosyal Güvenlik Yasası’nın ve 2006’da İlk İşe Alım Sözleşmesi’nin geri çekilmesi dışında- biraz yaygınlık kazanıp zamana yayılan hiçbir hareketin sonuca ulaşmadığını görüyoruz. Hollande ve Macron dönemlerinde, son on yılda daha da net görebildiğimiz bir eğilim bu.

Son yıllarda Fransa’nın tamamını etkisi altına alan bu toplumsal hareketleri nasıl değerlendirirsiniz?

Bu hareketlerin daha hızlı bir ritimde birbirini takip ettiğini, önceki dönemlere kıyasla daha uzun sürdüğünü not etmek gerek. İş Kanunu aleyhindeki grevi, SNCF reformunu, emeklilik reformunu ya da Sarı Yeleklilerin haftalık eylemlerini bu çerçevede düşünebiliriz. Bu eylemler taleplerinin ötesine geçerek gittikçe büyük gruplara yarayan genel sağcı siyasete karşı bir konuma doğru evriliyorlar. Öğrencilerin, işçilerin ve geleneksel sendika yapısından ayrılmış sendikacıların yer aldığı yeni bir “kara bloğun” (2) varlığı ve bu eylem biçiminin gittikçe daha fazla kabul görmesi, halkın bir bölümünün öfkesini yansıtan bir işaret.

Kendinizi solda konumlandırıyorsunuz. Bugün bu kelime sizin için ne ifade ediyor?

Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik, ama hepsinden önce eşitlik, çünkü bu özgürlük ve kardeşliğin ön şartı. Sırf o ailede değil de bu ailede doğduk diye (ilk adaletsizlik) güvencesiz bir yaşam sürüyorsak, bilgiden ve kültürden uzak kaldıysak ve üç kuruşa çalışmaya mahkum edildiysek nerede kaldı özgürlük? Toplumsal adalet olmadan kardeşlik boş sözdür, yarını olmayan ulusal bir duygulanım anıdır, 2015 ve 2016 saldırılarından sonra olduğu gibi. Eşitliğin alanı eğitimdir, sağlıktır, barınmadır, kadın erkek ilişkileridir, hatta tüm insanlar arası ilişkilerdir. Solda olduğunu söyleyen ancak eşitsizliklerle mücadele etmeyen partiler ya da hükümet bu isimlendirmeyi hak etmez.

Feminizm siyasi bir mesele midir?

Fransız Devrimi sırasında Olympe de Gouges “Kadın idama gitme hakkına sahipse kürsüye çıkma hakkına da sahip olmalıdır” diyerek kadının toplumdaki rolü ve hakları meselesini hem harika hem de trajik bir biçimde ortaya koyar. 19. yüzyıldan itibaren feminizm, yalnızca erkeklerin sahip olduğu ve kamusal yaşamla ilgili haklar talep eder: oy hakkı, erkeklerle eşit bir şekilde eğitim görmek, kadınlara yasaklanmış meslekleri icra etmek. Fransa’da kadınların oy kullanması için (1945), eşlerinin onayı olmadan banka hesabı açabilmesi için (1965), Polythechnique okuluna girebilmesi için (1972), agrégation sınavında erkeklerle aynı yazılı sınava girebilmesi için (1980’li yıllar!) kaç yılın, hatta yüz yılın geçmesi gerektiğine baktığımızda, görüyoruz ki -her seferinde yasa değişikliği gerektiren- eşit hakların elde edilmesi önemli bir siyasi mesele. 1970’li yıllarda “kişisel olan siyasidir” diyerek özel alanı ve kadın bedeninin özgürlüğünü siyasi bir mesele hâline getiriyorduk.

Bana öyle geliyor ki şu anda feminizm kendi başına bir siyasi güç oluşturmakta; evrenselci, materyalist ve kesişimsel akımlarıyla. Çalışma hayatında, eğitimde, kültürde, siyasi temsilde, kadınlar ve erkekler için yani herkes için farklı bir toplum inşa etme mücadelesi veriyor. Feminizm ve devrim, gerçekten güzel bir program.

Birçok kez kamusal tartışmalarda pozisyon aldınız. Yazar olarak bu sizin için bariz bir durum mu? Yoksa bu ikisini birbirinden ayırmak mı gerekir?

Yazmak benim gözümde geniş anlamıyla her zaman siyasi bir eylemdir: Dünyanın ve bireylerin resmini çizmek, Roland Barthes’ın söylediği üzere dilini hangi toplumsal çevreye dahil edeceğini seçmektir. Yazdığım metinlere gelirsek, bu metinlerin bir yandan toplumsal düzene diğer yandan da kadınların içinde yaşadığı şartlara -çoğu zaman da her ikisine- dair bir bakış açısı içerdiği, buna yönelik bir itiraz barındırdığı açık. Ancak bu metinler gerçeklik arayışımda ışık tutmam gereken duygulardan, hislerden doğdu. Her zaman ağır basan işte bu gereklilik oldu. Kitaplarımın “mesaj” verdiği, hatta II. Dünya Savaşı sonrası geleneksel anlamıyla “angajman” içinde olduğum sözleri bana oldukça saçma geliyor. Bir kitapta angajman içinde olduğum tek şey benim, benim hayatım.

Ancak yazıya verdiğim önem, şimdi ve burada olan bitene ilişkin özel bir sorumluluk hissiyle de yan yana ilerliyor. Okunma, duyulma imkânım varsa o hâlde siyasi tartışmada tavır alma, müdahil olma benim için bir görev gibidir.

II. Dünya Savaşı sonrası angaje edebiyata özlem duyuyor musunuz?

Hayır. Sartre’ın Özgürlük Yolları ve tiyatrosu, Camus’nün eserleri, İnsanlık Durumu gibi angaje eserler beni şekillendirdi, ancak yazmaya başladığımda beni çeken ve yazmaya dair sorularımı tetikleyen Nouveau Roman (Yeni Roman) oldu.

Çağdaşlarınızın siyasetle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Chirac’ın 2002’deki yeniden seçiminden itibaren -cumhurbaşkanlığı seçimleri dönemindeki hareketlilik haricinde- siyasete yönelik sadece bir kayıtsızlık yok, aynı zamanda hükümetlerin hayatı değiştirebileceğine dair bir inançsızlık, sürekli verilen ve hiç tutulmayan sözler karşısında bir tiksinti var. 2005 yılında %54’ü aşan bir oranda Avrupa Anayasası’na hayır dedik, ancak bu irade farklı manevralar sonucunda yok sayıldı. Sarı Yelekliler hareketi; bu güçsüzlüğün, hükümetler ve partilerle birlikte tüm siyasi çevrelerin gerçek dünyadan uzaklaştığı algısının bir sonucudur. Aynı zamanda 1981’den bu yana başka türlü bir yaşam arzusu belki de hiç bu kadar güçlü olmamıştı.

Siyasetçiler yazarlardan farklı bir dil mi konuşur?

Yazarların ve siyasetçilerin dil kullanımı farklıdır, çünkü dili farklı amaçlarla kullanırlar. Siyasetçiler ikna etmek, ayartmak isterler, hemen şimdi uzlaşmanın peşindelerdir, cümleleri her zaman eyleme yöneliktir: Söylemek yapmaktır. Siyasetin dili performatiftir, ister vergi indirimi, ister olağanüstü hâl, isterse de “yeni bir dünya” ilan etsin. Yazarın dili ise teşvik edicidir; çözüm kaygısı gütmeden düşünmeye, hissetmeye, hayal etmeye, hatırlamaya çağırır. Ne şimdiki zamana ne de sonuca odaklanmaya boyun eğer.

Sizce politik bir amaçla yazılmış büyük edebi eserler hangileridir? Bu eserler bugün bize ne öğretir?

Vassili Grossman’ın Yaşam ve Yazgı’sı Elsa Morante’nin La Storia’sı gibi devasa eserlere derin bir hayranlık besliyorum. Bu eserler bizi tarihi zamanların derinliklerine fırlatırken aynı zamanda o zamanların karmaşıklığını da bize hissettiriyor. Bireyselciliği ve çağımızı tanımlayan şimdiki zamancılığı bir nebze kırıyor.

Bunun yanında Kızıl ile Kara’ya ve bundan daha da çok Duygusal Eğitim’e yönelik özel bir ilgim var. Bu eserlerde siyasi bağlam ve fikirler bir karakter üzerinden -Julien Sorel ya da Frédéric Moreau- adeta “yaşanır”. 2019’un Kasım ve Aralık aylarında gerçekleşen Sarı Yelekliler ayaklanması bana Flaubert’in 1848’de yaşanan günler üzerine yazdıklarını düşündürttü. Metinler karşılaştırmayı ve anlamayı sağlar: Yazı sayesinde yaşadıklarımız karşısında daha az şaşırıp kalırız, tecrübe ettiklerimizi daha az mahkum ederiz.

(1) Ç.N. Cohabitation: Farklı siyasi kamplara mensup cumhurbaşkanı ve başbakanın aynı anda görevde bulunması.

(2) Ç.N. Kara Blok: Fransızcası ile “cortège de tête”, yani eylemlerine bankaların camlarını indirmek gibi şiddet içeren unsurları da dahil eden gruplar.