Blog

Felsefe Yazılar

Michel Foucault: “İnsana soğuk bir bakış atmıyorum, insana hiç bakmıyorum ki!”

Michel Foucault: “İnsana soğuk bir bakış atmıyorum, insana hiç bakmıyorum ki!”

Le Structuralisme (Yapısalcılık) başlığıyla 10 Ocak 1968’de France Inter’de yayınlanan Jean-Pierre Elkabbach’in Michel Foucault söyleşisini İlker Kocael çevirdi.
Kaynak: Michel Foucault: Entretiens radiophoniques 1961-1983. Yayına hazırlayan: Henri-Paul Fruchaud (2024).

Sunucu: “Korkarım ki bizde eleştirel düşünceye dair önemli bir boşluk var ve Fransa’da kalburüstü insanların bugün yapısalcılığa bu ölçüde rağbet etmesinin nedeni bu insanların 10-15 senede bir saplantıyla bağlanacakları bir oyuncak arama ihtiyacı. Ben hiçbir zaman bir hareketi kurduğumu ya da yönlendirdiğimi söylemedim.” Bu sözleri söyleyen kişi Tristes Tropiques’in (Hüzünlü Dönenceler) yazarı Lévi-Strauss. Kendisi her şeye rağmen yapısalcılık modasını başlatan kişi.

Yapısalcılık hareketi diye bir şey gerçekten de var, dahası Poitiersli genç ve parlak filozof Michel Foucault hareketin başını çekiyor. Ecole normale supérieure mezunu ve felsefe yeterliliği sahibi filozofun Kelimeler ve Şeyler kitabı 1966 yılında yayımlandığında büyük ses getirdi. Gerçek şu ki yüzyılımızın ikinci yarısında yeni bir düşünme biçimi doğdu, bu hareketin liderleri romancı Alain Robbe-Grillet, besteci Pierre Boulez ve Michel Foucault’dur. Savaş sonrasında entelektüeller nasıl Sartre’a yöneldiyse bugün aynı şekilde bu öncülere yöneliyorlar. Peki artık göz ardı edemeyeceğimiz yapısalcılık tam olarak nedir? Jean-Pierre Elkabbach bu soruyu Michel Foucault’ya soruyor.

Michel Foucault: Yapısalcılık kesinlikle bir felsefe değil; onun bir analiz yöntemi, çalışma şekli, genel bir deşifre etme biçimi olduğunu söyleyebiliriz. İnsanın arkasında ya da çevresinde bıraktığı tüm izler yapısalcı bir analize tabi tutulabilir, hatta tutulmalıdır. Afişler, kitaplar, edebi eserler, tiyatro oyunları, mimari, resim, felsefe, bilimlerin kendisi vs. İnsan etkinliğinin ürünü olarak görülebilecek her şey bu türden yapısal bir analize tabi tutulmalıdır.

Jean-Pierre Elkabbach: Peki bu bahsettiğiniz “yapısal analiz” tam olarak neye benziyor? Dahası Fransa’da yapısalcı hareketi tetikleyen keşif ne oldu?

Michel Foucault: Çıkış noktası şöyle bir şey oldu: Açık bir şekilde insan etkinliğinin ürünü ve izi olmakla birlikte; insan etkinliğinin izlerinin oluşturduğu bu unsurlar arasında ne doğal ne de psikolojik ilişki türüne dahil olabilecek ilişkiler vardır. Şunu demek istiyorum: Örneğin bir tabloyu, bir dili, bir bilimi ya da bir afişi oluşturan farklı unsurlar arasındaki ilişkiler; doğada iki organ arasında (bir hayvanı incelersek) ya da iki elektron, iki molekül arasında (atomun yapısını incelersek) bulabileceğimiz ilişki türünden farklıdır. Bahsettiğim birinci tür ilişki, doğal olmayan türden ilişkidir. Aynı zamanda bunlar psikolojik türden ilişkiler de değildir: Yani bu ilişkileri tanımlarken ele alacağımız şey bu eserleri üreten bireyin zihni ya da bilinci, deneyimi, yaşamı, hikâyesi vs. değildir. Bunlar büyük ölçüde mantıksal, büyük ölçüde dilsel ilişkilerdir.

Demin bunların doğal olmayan ilişkiler olduğunu söylemiştim. Ancak on yılı aşkın bir süre önce gerçekleşmiş bilimsel bir olay var: doğal olguların içinde dilsel türde süreçlerin keşfi. Biyolojide ve özellikle genetikte keşfedilen meşhur enformasyon işleme süreçlerinden söz ediyorum. Görüyoruz ki iki biyokimyasal unsur arasında belirli sayıda işlem gerçekleşiyor ve bu işlemlerin yapısı dilin yapısına oldukça benziyor. Ayrıca diyebiliriz ki bir hücreden diğerine, daha ziyade bir molekülden diğerine dilsel diyemesek de enformasyona dayalı bir iletişim vardır: Her molekül belirli sayıda işarete sahiptir; moleküller bu işaretleri taşır ya da aktarır. Bu aktarımı belirli bir düzen içinde yapar. Alıcı molekül kendine özgü sözdizimsel bir yapı çerçevesinde gönderilen hâliyle bu farklı işaretleri kaydeder ve onların kodunu çözer. Burada garip bir mesele ortaya çıkar: “doğa felsefesinin” nihayetinde mümkün olup olmayacağı meselesi. Tüm bunları tırnak içinde, soru işaretleri ve üç noktalarla ifade ediyorum.

Jean-Pierre Elkabbach: Tabii ki. Bugün sizin açınızdan en önemli bilimsel meselelerden biri gibi görünen bir konuya değinmek istiyorum: Dilin hangi noktaya kadar gideceğini, sizin “dilsel yapı” dediğiniz şeyin nereye kadar uzanacağını belirleme meselesi.

Michel Foucault: Dilsel yapının tanımı itibarıyla dil üzerinde hâkimiyeti olduğunu zaten biliyorduk. Sonra keşfettik ki bu yapı bilinçdışı üzerinde de, nihayetinde gördük ki tüm insan etkinlikleri üzerinde de hâkimiyete sahip. Sonrasında fark ettik ki dilden en uzak olarak gördüğümüz şeyin bile dilsel bir yapısı, dile benzeyen bir yapısı var. İşte şimdi insan etkinliği dışında kalan, insan varoluşu, insan bedeni dışında kalan alanlarda bile dilsel düzende işleyen olguların var olduğunu görüyoruz. Dil hangi noktaya kadar gider? Yapı nereye kadar uzanır? Belki de birleşik tek bir bilime doğru olmasa da -çünkü bilim hep çeşitlilik içerecektir- genel anlamda enformasyon ya da iletişim bilimine doğru gidiyoruzdur. Belki bir gün şimdi “insani” dediğimiz bilimler ile onca ilerleme kaydetmiş, ancak hâlâ gidecek yolu olan biyoloji bilimleri arasında, belki bir gün ortak bir nokta, ortak bir yöntem, ortak bir analiz biçimi ortaya çıkacaktır. Bu da genelleştirilmiş bir yapısalcılık, diyelim ki en uç noktasına çekilmiş bir dilbilim olacaktır, bir iletişim bilimi.

Jean-Pierre Elkabbach: Siz “felsefe” kelimesinden pek hazzetmiyorsunuz, öyle değil mi? Kendinizi bir filozof olarak görüyor musunuz Michel Foucault?

Michel Foucault: Bir Hristiyana kurtuluşa ereceğinden emin olup olmadığı sorulur mu? Tanımı itibarıyla eğer Hristiyansa, bu kişinin bundan emin olmadığını söylemesi gerekir. Bana filozof olup olmadığımı soruyorsunuz, şöyle cevap vereyim: Eğer filozof olmak istiyorsam, filozof olmadığım gerçeğinin farkında olmam gerekir. Öylece filozof olunmaz. Felsefe çeşitlilik içeren, farklı biçimler alan bir etkinliktir.  Tarihin belirli bir noktasında felsefenin kendine özgü bir tarzı, kendine özgü nesneleri vardı. Sanıyorum bugün felsefi söylem bu tarzı, bu kendine özgü alanı, aşina olduğu nesneler dünyasını kaybetti; felsefe kendi özgüllüğü içinde kayboluyor. Bir gün yeniden ortaya çıkacak, belki de henüz farkında olmadığımız bir dilde yeniden ortaya çıkmakta. Felsefe-olmayan alanda, felsefenin gecesinde, akşam ve sabah alacakaranlığı arasında bir ara dönemdeymişiz gibi hissediyoruz. Felsefede, tüm kedilerin gri göründüğü bu karanlık gecenin içindeyiz. Belki bir gün bizi takip edenler bizi filozof olarak görecekler, belki garip filozoflar diyecekler bize, belki de sapkın filozoflar diyecekler. İşte bizden sonra gelecek olanlar da bu felsefeyi kaybettikleri fikrine kapılacaklar, onlar da belki gecenin karanlığında hissedecekler kendilerini. Esasında felsefeyi felsefe yapan şey de neyin gece neyin gündüz olduğunu asla tam olarak bilememektir.

Jean-Pierre Elkabbach: Hümanizm karşıtlığınız, özellikle de insana soğuk bakışınız dolayısıyla sıklıkla eleştiriliyorsunuz.

Michel Foucault: İnsana soğuk bir bakış atmıyorum, insana hiç bakmıyorum ki! “Ben” derken, diğerleri de aynı şekilde. Bu yapısalcılığın, daha ziyade “bu yapısalcılık” diyebileceğimiz şeyin -yine kelime çok uygun değil aslında- en önemli özelliği şudur: Belirli bir alanın farklı unsurları arasında var olan ilişkileri incelerken, yolumuz öznenin bilincinden geçmez. Konuşan özne, yazan özne, resim yapan özne, sinema yapan özne, film izleyen özne, bu öznelerin hiçbiri söz konusu değildir. Aşağı yukarı bugüne kadar insani bilimlerin en önemli özelliği, analiz ettiği her şeyin nihayetinde bireylerin bilinci ya da temsil sistemi içinde yer almasıydı. Ya da en azından analizin bu insan bilincine, bu insan öznesine, bu öznenin psikolojisine, temsil sistemine, deneyimlerine, tüm tarihinin diakronisine dayanma zorunluluğuydu. Oysa bugün artık yolu bu özneden geçmeyen analizler yapabiliyoruz. Dolayısıyla bu özneye yönelik ne bir soğukluk var, ne de birileri bu özneye suikastte bulunmaya çalışıyor. Mesele sadece şu: Olduğu hâliyle özne, araştırmanın artık dışında. Artık öznenin sözünü inceliyoruz, ancak konuşan öznenin dışarıda bırakılması gerektiğini hesaba katarak.

Jean-Pierre Elkabbach: Belirli sayıda Hristiyanın yapısalcılığa yönelik heyecanı sizi şaşırtmıyor mu yine de Michel Foucault?

Michel Foucault: Esasında Hristiyan dünyasında Rönesans’a kadar, Rönesans’ın sonuna kadar, 16. yüzyıla kadar; doğa, dünya, insanın kendisi Tanrı’nın insana yönelik ya da kendi kendine yönelik kelamı olarak görülürdü. Bu bakış pek de kaybolmuş sayılmaz: Doğanın kitabı teması bunu içerir. O kadar banal bir metafora dönüştü ki bu, artık kökenini unuttuk. Ancak “doğanın kitabı” ifadesinin kökeni; Tanrı’nın dünyayı neredeyse yazı yazan biri gibi oluşturduğu fikridir. Bu yazının gizli bir dili, sembolik bir dili, saklı bir dili vardır. İnsanların işi de bu kitabın şifresini çözmek, bu kodu çözmektir; böylece insan Tanrı’nın görünen şeylerin ardına yerleştirdiği dili, ilahi kelamın yüce mırıltısını keşfedecektir. İlahi kelam dünyevi bir kabuğun içine sarmalanmış gibidir. Böylece “kurtuluşa ermek” ve “bilmek” birbirine yakın eylemler hâline gelir; çünkü dünyanın anlamını deşifre ederseniz, aynı anda hem ne olduğunuzu hem de neye yazgılı olduğunuzu bilirsiniz, kurtuluşa ermeniz de mümkün olur. Burada bir tür evrensel dil fikri var; sanki hepimiz yüce ve sırlı bir elyazmasının içinde, onun tarafından kuşatılmış gibiyizdir. Hristiyan Batı’nın önemli temalarından biridir bu.

Jean-Pierre Elkabbach: Peki ya bu evrensel dilin arkasında bu dilin sahibi Tanrı’nın varlığını bulursak, Michel Foucault? En azından birçok kişi bunu iddia ediyor.

Michel Foucault: Ben bunun tam tersini söylerdim. Çünkü yapısalcılık, insan etkinliğini yansıtan ve bu etkinliklerden doğan farklı izler ve farklı belgeler arasındaki mevcut ilişkiyi tanımlamaktan ibaret bir yöntemdir. Yapısalcılık bunları konuşan bir özneye başvurmadan analiz etmekten ibaretse, yalnızca insan etkinlikleri alanında değil belki -biyoloji, genetik ya da enformasyon teorileri ile, ya da enformasyonun genetik alanına uygulanması ile- doğa alanında da keşfetmekte olduğumuz bu tür anonim bir dil, onun ilişkileri ve yapısı konuşan bir özneyi dışlar. Dolayısıyla Tanrı’yı da. Tanrı’yı öldürmek, yine de bütünüyle büyük bir girişimdir ve Nietzsche, bunun neredeyse sonsuz bir süreç olduğunu göstermiştir. İnsan zamanını Tanrı’yı öldürmekle geçirir. Eğer Tanrı olmasaydı ya da ölmüş olsaydı o zaman belki insan için zaman diye bir şey de olmazdı. Belki de tarih insanlığın en başından beri sürekli olarak giriştiğimiz bu sonsuz Tanrı’yı öldürme eyleminden başka bir şey değildir.