Michaël Fœssel: “İnsanlık özgürlük demektir. Nokta.”
6 Şubat 2024 tarihinde Philosophie Magazine dergisinde yayımlanan bu yazıyı İlker Kocael Türkçeye çevirdi.
Fransa’dan baktığımızda Kant insanlığa Aydınlanma’yı getiren, karanlık karşısında aklı, tikel karşısında evrenseli ayağa kaldıran bir filozoftur. Ancak o yalnızca aklın elçiliğini yapmaz, onu eleştirir de. Neden? Filozof Michaël Fœssel, eleştiri eyleminin dünya üzerine düşünme biçimimizi nasıl altüst ettiğini açıklayarak bu soruya cevap veriyor.
Kant bir eleştiri insanı, eserinin anahtar kelimesi de bu. Eleştiri dediğimizde felsefede yeni bir kavramdan mı bahsediyoruz?
“Eleştiri” kelimesi Kant’ın yolculuğunun çok geç bir noktasında ortaya çıkıyor. Kant 1724’te doğdu, Saf Aklın Eleştirisi’ni 1781’de yayımladı, neredeyse 60 yaşındaydı. Hayatının geç bir anında kendisinin de söylediği üzere “dogmatik uykularından uyandı”. Bu kadar uzun süren bir olgunlaşma sürecinin bildiğim kadarıyla felsefedeki tek örneği. Eleştiri öncelikle bir özeleştiridir: Kant o noktaya kadar o dönem üniversitede baskın olan ve ilhamını Leibniz’den alan bir felsefe eğitimi vermişti. Newtoncu bilim sayesinde sağlanan ilerlemenin felsefe alanına da taşınabileceğini ileri süren naif bir felsefeden bahsediyoruz. Saf Aklın Eleştirisi ile bu türden bir köktenci iyimserliği sorgulamaya girişti. Geç olgunluk döneminde bu şekilde her şeye sıfırdan başlama ve bilgi için sağlam bir zemin arayışına çıkmada dokunaklı bir şey var. Ayrıca Kant’ın dokuz yılda iki eleştiri daha kaleme aldığını da unutmayalım: 1781’den 1790’a kadar, Saf Aklın Eleştirisi ile bilgi felsefesini, Pratik Aklın Eleştirisi ile ahlakı, Yargı Yetisinin Eleştirisi ile estetiği ve canlı düşüncesini araştırdı. Kant, sürekli yeniden başlamakla tanımlayabileceğimiz bir filozoftur. Zira Kant hayatının son yıllarını yeni bir özgürlük sistemi kurmaya adayacaktır, bir kez daha her şeyi en baştan alması gerekiyormuş gibi.
“İşinizi yüz kez tezgaha geri koyun.” (Ç.N.: Boileau’nun bir sözü, mükemmelliğe erişmek için bir eseri tekrar tekrar elden geçirme gerekliliğini ifade eder.) Peki Kant tam olarak neyi eleştirir?
Saf Aklın Eleştirisi’nin en başında “Çağımız eleştiri çağıdır” diye yazar, bu da onun Aydınlanma çağına mensup olduğunun kesinlikle farkında olduğunu gösterir. Felsefede eleştirel yaklaşımı temellendirir, bu tabii çağdaşlar olarak bizim kulağımıza pek de orijinal bir şeymiş gibi gelmez. Bugün felsefe yaygın biçimde bilgi ve iktidar alanlarında yerleşik otoritelerin eleştirisi ile özdeşleşse de aslında bu durum Kant’a dayanır. Bunun ilk nüvelerini Descartes’ta görsek de, felsefenin işlevinin Tanrı, ruh ya da özgürlük üzerine pozitif ya da öğretiye dayalı bilgi üretmek değil, Tanrı, ruh ya da özgürlük hakkında doğru bir söylemin olanaklılık koşulları üzerine düşünmek olduğu fikrini Kant’a borçluyuz.
Etimolojik kökeninden de belli olduğu üzere eleştiri (kritik) bir krizden kaynaklanır. Eleştiri, Kant’ın metafiziğin krizi diye teşhis ettiği şeyden doğar. Metafiziğin krizi -Tanrı, ruh ya da özgürlük gibi- deneyim alanının dışındaki şeyler hakkındaki söylemlerin bizi ayrım yapamayacak duruma düşürecek ölçüde birbiriyle çelişmesidir. Bazıları ruhun maddesel olduğunu bazıları ise olmadığını savunur, birileri Tanrı var derken diğerleri bunu reddeder vs. Buradan yola çıkarak Kant bilginin temellendirilmesine dair bir kriz tespit eder. Filozofların boş yere, bitimsizce karşı karşıya geldiği metafiziğin çarpışma alanından -kendi sözleriyle Kampfplatz’dan- çıkışın yolu oraya hiç girmemektir, oyunun kurallarını yeniden düşünmektir. Kritik eylem, söylemleri doğru kılan koşulları sorgulamaktan ibarettir. Hangi şartlar altında nesnel bilgiye erişmemiz mümkün olabilir?
Buna aklın akıl tarafından incelenmesi diyebilir miyiz?
Aklın akıl tarafından incelenmesi, evet, ancak çelişkiye düşmemek için aynı cümledeki iki aklın farklı anlamlara gelmesi gerekir. Dogmatik ya da “saf” aklın, deneyim ötesi alana, deneyimi aşan alana dair kesin bilgiye sahip olduğunu iddia eden aklın incelenmesidir söz konusu olan. Metafizik bilgilerin incelenmesi, Kant’ın kullanıma soktuğu sorgulayıcı akıl tarafından yürütülür. Diğer bir deyişle, transandantal yöntem denilen yolla bir söylemin olanaklılık koşullarını ele alan eleştirel bir akıldır bu.
Bunu biraz açabilir miyiz?
Transandantal yöntem bilmeye çalışmaz, bilginin olanaklılık koşullarını sorgular. Örneğin fenomenlerin belirdiği duyuma dair koşulları (uzay ve zaman) hesaba katmayan bir bilgi tüm nesnel ve bilimsel değerini kaybeder. Transandantal felsefe öncelikle bilginin koşullarının tümünü kurmayı görev edinir, hem duyum hem de anlama alanlarında. Bu nedenle ilgisi söylenenden (ifadelerin içeriği) söylemeye (ifadelerin biçimi) doğru çekilir. Yani felsefenin, metafiziğin, dahası bilimin söylediklerinden; meşru biçimde, bizi bilgi yanılsamasına değil gerçek bilgiye götürecek şekilde söz söylemeyi sağlayabilecek yetilere doğru hareket eder.
Burada Descartes’ın şüphesine göre yeni olan ne vardır?
Buradaki yanılsama Descartes’ta olduğu gibi duyularımızın bizi yanıltması değildir. Kant duyusal algımızın bizi yanılttığını düşünmez, çünkü bunlar kendi başına bir şey ifade etmez. Kırmızı gördüğümde kırmızı görüyorumdur. Duyum düzeyinde ne yargı ne de sav vardır. Yani doğruluk ve yanlışlığın ötesinde bir yerdeyizdir. Asıl risk bir yargı ortaya konulduğunda ortaya çıkar: örneğin bu kırmızının elmanın özü olduğunu söylediğimde. Kant’ın transandantal yanılsama adını verdiği en derin yanılsama akıldan kaynaklanır. Bu yanılsama, dünya üzerindeki şeyleri bildiğimiz gibi duyum ötesi şeyleri de bilebileceğimiz inancına dayanır. Kant’ın Descartes’a karşı ortaya koyduğu büyük tezi budur: Matematiksel yöntemi hem görebildiğimiz şeylere hem de düşünebildiğimiz şeylere uygulayabileceğimizi öne süren Descartes’ın düşüncesine karşı çıkar. Örneğin Kant’a göre Tanrı’nın varlığını kanıtlamak mümkün değildir, çünkü Tanrı duyumda verilen ve kanıtlanması mümkün olan nesnelerden tamamen farklı bir şeye, daha doğrusu bir fikre işaret eder.
Kaos içinde düzen sağlamak her zaman hoş karşılanan bir şeydir, bugün belki daha bile çok! Peki Kant hangi açıdan güncelliğini korumaya devam ediyor? Hakikatin, evrensel olanın, aklın büyük bir baskı altında olduğu bir dönemde Kant nasıl bir katkıda bulunabilir?
Kant, evrenselliğin yönünü nesneden özneye çevirir. Onun gözünde evrensellik, nesneye ait bir özellik değildir; var olduğu kabulünü herkese dayatacak bir varlığa erişmek için “Tanrı” demek yeterli olmayacaktır yani. Evrensellik dünya düzeni, dini bir dogma ya da bir değer biçiminde verili değildir, onu yalnızca düşünen özneler üretebilir. Evrenselliğe dair güncel tartışmalara Kantçılığın sunduğu temel katkı, doğalcılık ve inşacılık arasından birini seçme zorunluluğunu ortadan kaldırmasıdır. Doğalcılık evrensel olanın doğada verildiğini öne sürerken inşacılık kültürel ve psikolojik özgüllükler adına evrenselliğe yönelik tüm iddiaları göreceli hâle getirir. Kant ise evrensel olanın gayet inşa edilebileceğini ve eğer inşa kurallarının kendisi eğer evrensel ise inşa edilen şeyin evrensel olarak kalabileceğini gösterir. Evrenselliğe erişmek mümkündür, bunun sebebi insan öznelerinin aynı yetilere sahip olmasıdır, bu yetiler de aynı işleyiş kurallarına uyar.
Kant insan haklarının evrensellik iddiasında bulunabileceğini söylemez miydi?
İnsanın, insan olmasından kaynaklanan evrensel özelliklere, özgürlüğe, mülkiyet hakkına, yasa önünde eşitliğe vs. sahip olduğunu düşünebiliriz. Ama burada tam olarak kimden bahsediyoruz? Beyaz insandan mı? Kadınları dışarıda bırakarak erkeklerden mi? Çocukları dışarıda bırakarak yetişkinlerden mi? Yoksulları dışarıda bırakarak burjuvalardan mı? Kant “bildirge” olarak insan haklarının evrenselliğinden bahseder. Buradaki evrensellik, aklın yargısına dair bir özelliktir. Yani bizi tüm insanlar için geçerli savlara ya da haklara gönderir, çünkü onu taşıyan şey akıldır. Kısacası burada doğası dolayısıyla bünyesinde evrensel özellikler taşıyan bir insandan, bir varlıktan bahsetmiyoruz, evrensellik de buradan gelmiyor. Diğer bir deyişle, Kant’ta evrensellik öncelikle -hepimizin özne olması anlamında, bireyci bir öznellik anlamında değil- öznel bir kriterdir. İyiliğin evrenselliği meselesini ele alalım: Davranışlar ya da görenekler alanında karşıtlıklar, kültürel ya da dini farklılıklar vardır. Ancak iyiye dair tüm bu anlayışlar evrensellik iddiasındadır, kanlı çatışma potansiyeli taşıyan karşıtlıklar da buradan doğar. Kant’a göre, evrensellik bir iyilik tanımında bulunmaz, onun bulunduğu yer ahlak kuralının evrenselliğidir, yani insanlar için kategorik buyruk biçimini alan aklın bir yasasıdır. Esasında evrensel olan, yalnızca evrenselleştirilebilirlik kriterine uygun olandır: yani birbiriyle çelişmeden evrenselleştirebileceğim tüm niyetler, tüm projeler. Diğer bir deyişle bu kapsayıcı bir evrensellik anlayışıdır.
Evrensel olan, evrenselleştirebilme olanağı mıdır?
Kant, Eski Ahit’teki ilahi kurallar ya da Hristiyanlıktaki sevgiye dayalı kurallar anlamında evrenselci bir düşünür değildir: Evrensel olan tarihin hiçbir döneminde yer almaz, ne bir metinde ne de siyasi bir inanışta. Evrensellik, bir sözün meşruiyetini onaylama kriteri olarak üretilir. Bu öncelikle bilim için geçerlidir. Evrensel olan belirli bilgiler bütünü değil bir yöntemdir. Eğer her doğal fenomenin bir sebebi olduğunu öne sürersem, bu savım evrensel bir iddia taşır. Kant’a göre bu sözü temellendirmek gerekir. Ancak temellendirirken kapsamını da sınırlandırırız: Örneğin nedensellik ilkesi yalnızca doğada bulunan, zaman içinde verilmiş olan şeyler için geçerlidir. Hangi şartlarda bir şeyin zorunlu olarak nedeni olması gerektiğini söyleyebiliriz? İşte size Kantçı bir soru. Bunun cevabı ise duyusal deneyim şartlarıdır. Örneğin Tanrı’nın dünyanın nedeni olduğunu söyleyemeyiz, çünkü Tanrı bir fenomen değildir, deneyim alanının dışında, zamanın dışında yer alır. Dolayısıyla böylece bilimsel nedensellik ilkesini doğada bulunan nesnelerle sınırlandırmış oluruz. Bu ilkeyi her şeyi kapsayan evrensel bir ilke olarak alırsak, bu sefer özgürlüğü ortadan kaldırırız, çünkü bu durum mutlak belirlenimci bir yere doğru gider.
Evrensel olanın bir yöntem, yani bir dizi işlem, prosedür olduğunu söylediniz. Ne amacıyla yapılır bunlar?
Teorik alanda bu bir yöntemdir. Pratik alanda ise, yani ahlak ve hukuk alanlarında, prosedürdür. Gerçek ahlaki evrensel, hiçbir zaman bir şeyle, bir nesneyle, belirli bir özneyle ya da kültürel durumla sınırlı olmayan evrenseldir. Örneğin yalan söyleme yasağı, şartlar ne olursa olsun geçerlilik taşıması dolayısıyla evrenseldir. Neden? Çünkü yalanı evrensel bir kural hâline getiren bir birey her türden iletişim olanağını ortadan kaldırır. Her konuşmanın ötekini aldatma niyeti taşıdığı bir dünyada sözün nasıl bir anlamı olurdu? Yalan ahlak dışıdır çünkü yalanın hüküm sürdüğü bir dünya yaşanılmaz, şiddet dolu bir dünya olurdu. Bu örnekte görüyoruz ki Kant’a göre evrensel ahlak, belirli bir iyi anlayışına değil, dünyayı yaşanabilir ve eylemi uygulanabilir kılan şey üzerine bir düşünceye gönderme yapar. Evrensel olana göre hareket etmek, iyilik amacıyla hareket etmekten daha önemlidir, çünkü iyilik her zaman kişisel çıkarlar ya da kültürel alışkanlıklara bağlı olarak tanımlanma riski taşır.
Örneğin okullarda ya da kamusal alanda İslami örtünün yasaklanması, Kantçı bir eylem midir yoksa bizim iyilik anlayışımızı başkasına dayatmak mıdır?
Bugün bizim özellikle Fransa’da “laiklik” dediğimiz şeyden Kant’ın haberi yoktu tabii. Ancak onun ilkeleri, devlet alanına giren -dini yansızlık gerektiren- kamusal alanlar (örneğin okul) ve daha genel anlamda kamusal alan arasında ayrım yapmamıza izin verir. Bahsettiğim (ikinci) genel kamusal alan sivil toplumun alanıdır, devletin değil, dolayısıyla konuşup tartışma kuralını kabul etme ve dogmatik şiddetten uzak durma koşullarıyla bu alanlarda dini farklılıkların ifade edilmesi uygunsuz bir nitelik taşımaz. Bu perspektiften, okulda İslami örtü takmak -ya da herhangi görünür bir dini simge taşımak- bunu sokakta takmakla aynı anlama gelmez. Birinci durumda devletin dini tarafsızlığı sorgulanırken ikinci durumda toplum içinde dini aidiyet ifade edilmiş olur, bu da laiklik tarafından net bir şekilde garanti altına alınan bir haktır. Evrenselleştirme meselesine geri dönersek, bunun kendi özgüllüklerimizden kopma çabası olduğunu söyleyebiliriz. Aydınlanma Avrupa’da doğdu dediğimizde tarihsel bir gerçeği ifade etmiş oluruz. Ama buradan Aydınlanmanın Avrupa’yla sınırlı olduğu ya da yalnızca Avrupa’da 18. yüzyılda ifade edildiği biçimiyle geçerli olduğu sonucuna varırsak evrensellik adına evrenselliği yadsımış oluruz, bu da canavarlıktan başka bir şey değildir. Kant işte bu yüzden kozmopolittir, Avrupa merkezci ya da Batıcı değildir.
“Kozmopolit” kelimesi Kant için ne anlama gelir? Olumsuz bir anlamı olmadığı belli!
Hayır, tabii ki. Onun ilk kozmopolit düşünür olmadığını da ekleyeyim, çünkü kozmopolitizm Antik Yunan’a kadar gider. Bir sitenin üyesi olmaktan önce dünya vatandaşı olduğumuz fikri modern bir buluş değildir. Diğerlerinin yanında Yunan Kinikleri ve Stoacılar bunu siyasi aidiyeti göreceli kılan bir ilke hâline getirdiler. Kant’ın getirdiği yenilik ise kozmopolitizmi siyasileştirmektir. Ona göre siyasetin ve hukukun genel amacı barıştır. Bu amacı gerçekleştirmek için, der Kant, demokratik cumhuriyetler gerekir, çünkü bu yönetimde egemen olan halktır, savaş kararını da Putin gibi tek başına yöneten bir monark değil de halk alacağı için mantık olarak halk savaştan kaçınmaya çalışacaktır. Sonra uluslararası hukuk da gerekir, şimdiki BM’ye benzer bir şey, ancak bu kurumun baskı olanakları genişletilmelidir, öyle ki çatışma altındaki ülkelerden kimin haklı olduğuna karar verebilmeli, savaş yerine davayı, çarpışma yerine mahkemeyi koyabilmelidir. Son olarak her bireye dünya vatandaşı statüsü tanınmalıdır. Kant burada sömürgeciliğin ilk biçimlerine tepkisini gösterir. Avrupalıların Japonya ve Çin’i işgal etme biçimlerinden açık açık bahseder.
Sömürgeciliği eleştirir mi?
Kant yabancılara “ziyaret hakkı” tanır, ama yerleşim hakkı tanımaz. Söz konusu olan şey tabii ki turizm değil, dünyanın tüm sakinlerinin sahip olduğu; topraklarında bulunduğu devletten zor yoluyla değil yasal yollarla muamele görme hakkından bahsediyor Kant. Yabancıların siyasi hakları konusunda fazla ileri gitmediği gerekçesiyle zaman zaman Kant’a sitem edilir. Ancak onun yabancıların büyük ölçüde sömürgecilerden oluştuğu bir dönemde yazdığını hatırlamak gerekir: Bu yüzden Kant onlara fetih hakkına benzeyen yerleşim hakkını tanımaz. Avrupalıların bilinmeyen toprakları keşfe çıkma, başka halklarla ilişki kurma hakkı olsa da yabancı uluslara kendi göreneklerini ya da ticaretini dayatma hakkı yoktur. Kozmopolitizm, Kant’ın “yakınlık hakkı” dediği şeye işaret eder, yani hayatın tesadüfleri bizi nereye götürdüyse ya da sürüklediyse orada bulunma hakkımız vardır. Esasında Kant dini konukseverlik idealini siyasi ve hukuki bir zorunluluk hâline getirir. Dünyanın yuvarlak, sınırlı ve sonlu olduğu gerekçesiyle, ayrıca biz insanlar birlikte iç içe yaşamak zorunda olduğumuz için, dünya vatandaşlığı hakkını temellendirmek ister. Kant, Fontenelle gibi Aydınlanmacı yazarların aksine dünya dışı bir ütopya düşünürü değildir. Yeryüzüne ait bir düşünür demeyeceğim, ama dünyanın sınırlılığı ve bu sınırlılığın orada bulunan ve gidecek başka yeri olmayan insanlara gösterilmesi gereken saygı konusundaki içerimleri üzerine düşünen bir düşünürdür. İdealist olarak tanınan bir filozofa göre ayakları yere sağlam basar.
Peki bu, ırklar üzerine söyledikleriyle çelişmez mi? Evrenselci biri için biraz rahatsız edici şeyler değil mi bunlar?
18. yüzyıldaki birçok metin nasıl rahatsız ediciyse bu da rahatsız edici, evet. Onun antropolojisinde ırklara, kadınlara ya da cinsel pratiklere dair döneminin bilim külliyatını -ya da sözde bilim, döneminde bilim mertebesine yükseltilmiş kanaatler de diyebiliriz- yansıtan yargılar bulunur. Ancak Kant bize belirli bir dönemin bilimsel ya da sahte-bilimsel bilgilerini mutlaklaştırmamanın araçlarını da sağlamıştır. Irk meselesinde örneğin, iyi ve kötü özellikler atfettiği farklı türler olarak ırkların çeşitliliğini kabul eder. Yaklaşımı tamamen Avrupa merkezcidir, döneminin önyargılarından arınmış değildir. Ancak kendine özgü katkısı şudur: insan türünü insanlık fikri çerçevesinde düşünmek. Irkların çeşitliliğini bir gerçeklik olarak ele alsak bile (ki 18. yüzyılda bundan şüphe duyan çok az kişi vardı), Kant’a göre bir olgu hiçbir zaman hak doğurmaz. İnsanlık fikri, -Kant’ın kendisinin söylediklerine yönelik olarak da- ırklar meselesinde eleştirel bir ilke olarak iş görebilir. Burada Kant’ı her ne pahasına olursa olsun kurtarmak gibi bir çaba yok, yalnızca şunu görmemiz gerekiyor: Ona göre insanlık fikri, verili antropolojik ve tarihsel sınırları aşan bir şeydir.
İnsanlığı nasıl tanımlar?
İnsanlık özgürlük demektir, nokta. Doğanın hüküm sürdüğü yerde insanı ayrı kılan şey özgürlüktür. İnsanlık bize doğal bir özellik olarak bahşedilmiş bir şey değildir, çağrısını duyduğumuz bir şeydir o. Özgürlüğe çağrılırız, yani tüm kültürel, tarihsel, daha da önemlisi biyolojik sınırlarımızı aşan bir gerekliliğe. Bu da hukuka saygılı kurumlar inşa etmeyi, dünyayı siyasal bir alan olarak kurmayı, ötekine yalnız bir araç olarak değil her zaman bir amaç olarak muamele etmeyi içerir. İnsanlık fikri bir insanın, bir halkın -hatta belki tür olarak insanlığın- somut olarak gerçekleştirebileceğinden çok daha geniş bir ufuktur. Kant’a göre “Biz kültürümüzle insanlığı vücuda getiriyoruz, diğerleri sadece barbarlardır” diyenler, bu iddiada bulundukları anda insanlık fikrine ihanet etmiş olurlar.
Burada insanlık özel bir tür olarak ele alınmıyor mu?
İnsanlık, bir türe indirgenmesi mümkün olmaması yönüyle ele alınıyor. Ama aynı zamanda doğayı aşan bir gereklilik, bir ödev, bir haysiyeti üzerinde taşımasıyla. İnsanlığa aidiyet bir ayrıcalık değildir, bir yükümlülüktür, deneyime anlam verme yükümlülüğü. Yargı Yetisinin Eleştirisi’nde çok güzel bir pasaj vardır, Kant orada şöyle der: “İnsanlar olmadan tüm yaratılış basit bir çöle benzerdi; yararsız ve nihai amaçtan yoksun.” Çöl derken nihai felaket sonrası dünyayı düşünebiliriz, çöküş sonrası dünya. Dünyayı aşan bir anlamın olmadığı bir dünya. Belki canlılar olurdu, derdi Kant, ancak bunun anlamını saptayabilecek kimse olmazdı.
Bizi anlam vericiler olarak mı görür?
Bunu yorumlamaktan ziyade eyleme geçmekle ilgili bir şey olarak ele alırsak evet. İnsanlığın “biz”i, bedene, arzulara, bencil itkilere sahip duyusal varlıklar olduğumuz anlamına gelir. Ancak aynı zamanda bizden daha büyük bir şeyi bünyemizde barındırdığımıza da işaret eder; bu şey tek tanrılı geleneklerde olduğu üzere Tanrı değildir. Bahsettiği şey otonomi anlamında, eylemlerimizin ahlakileştirilmesi anlamında, diğerleriyle ilişkilerimizin hukuki bir temele oturtulması anlamında özgürlüktür. Buradan yola çıkan Kant’ın tezi şudur: Ahlaken yapmamız gereken şeyi, bizim için sonuçları ne olursa olsun yapabiliriz. Bu kategorik bir emirdir: bunu yapman gerekir, çünkü bunu yapmalısındır.
Kategorik bir emir? Hipotetik bir emirle arasında nasıl bir fark var?
Hipotetik emir kendini “Eğer kendini mutlu kılmak istersen, o zaman şu ya da bu şekilde hareket et” biçiminde ifade eder. Kant bu tip mutluluk tekniklerini mahkûm etmez, ancak bunların ahlakla hiçbir ilgisinin bulunmadığını iddia eder. Ahlak, niyetlerimizi evrensellik kriteri ile değerlendirerek hareket etmemizi zorunlu kılan kategorik buyruklardır. Ancak ve ancak bu kurala uyduğumda eylemim iyi bir eylem olur. İyiliğin şu ya da bu davranışta ya da normda, heteroseksüel ve sadık bir yaşam sürmede, belirli bir beslenme kuralına uymada bulunduğunu iddia etmenin bununla hiçbir ilgisi yoktur. Diğer bir deyişle istediğiniz kadar dua edin, beslenmeye dair tüm kurallara harfiyen uyun, günde beş saat spor yapın, vücudunuzu bir sanat eseri gibi şekillendirin, bu estetiğin alanıdır. Konu buradan bir ahlaki kriter devşirmeye, dolayısıyla bunları başkalarına dayatmaya geldiğinde, o noktada gülünçlüğün ve totalitarizmin sınırlarında dolaşmaya başlarız.
Kant’ın felsefi girişimi özetlediği meşhur dört sorusu vardır: Ne bilebilirim? Ne yapmalıyım? Ne umabilirim? Ve dördüncü soru öncekileri birleştirir: İnsan nedir? Peki umut konusunda ne söyler, ne önerir? Mutluluk? İnsanlık ödevini yapmak?
Ödevin mutlulukla hiçbir ilgisi yoksa da mutlu olma arzusu bizim sonluluğumuzla, geleceğe yönelik arzular tarafından yönlendirildiğimiz gerçeğiyle ilişkilidir. Bu yüzden umut meselesi meşru bir şekilde kendini ortaya koyar: Acaba ödev ve mutluluğu uzlaştırabilen bir ufuk var mıdır? Bu geleneksel olarak dinin sorduğu bir sorudur, bu hayattan sonra gelecek daha iyi bir hayatın umudu. Kant burada aklın gerekliliğini ortaya koyar: Ona göre teolojik bir ahlak yoktur (ne yapacağımızı bilmek için Tanrı’nın emirlerine ihtiyacımız yoktur, akıl yeterlidir), ancak ahlaki bir teoloji vardır. Bunu akılcı bir din gibi düşünebiliriz; bu din her şeyden önce ödevini yerine getirmeye ve bu dinin başarı kazandığını görmeye dair meşru bir beklentiye dayanır. Akıl dini yerleşik dinlere eleştirel bir bakışı da mümkün kılar. Tanrı devletini yeryüzünde -gerekirse şiddet yoluyla- kurmayı amaçlayan umuda dayalı patolojiler de vardır. Kant’a göre dini fanatizm umut ve deneyimi birbirine karıştırmaktan başka bir şey değildir; sanki insanların kurtuluşunu şimdi ve burada gerçekleştirmeyi dayatmak mümkün ve istenilir bir şeymiş gibi. Din değiştirmeye zorlama tehlikeli bir saçmalıktır, çünkü gerçek din değiştirme ancak özgürlük çerçevesinde mümkün olabilir.
Kant dini ya da diğer türlü değerlerin filozofu değildir, öyle değil mi?
İlkelerin filozofudur o, bu bambaşka bir şeydir. Adından da belli olduğu üzere değerler bizim değerlendirmelerimizin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Nietzsche’nin diyeceği gibi, hayat değerlendirmeden ibarettir: Her canlı kendisi için iyi olan şeye ve kendi korunumuna dair değerlendirme ya da hesap yapar. Ancak bu değerleri ilkelerle karıştırırsak, yani onları evrenselleştirmeye kalkarsak, tüm evrene yayılmak isteyen minicik benin yanılgısına düşeriz. Cumhuriyet değerleri diye bir şey yoktur. Var olan şey, bir cumhuriyetin hukuki ilkeleridir, yani halk egemenliği, güçler ayrılığı, vatandaşlık hakları. Gerisi sivil toplum alanına aittir, bu alanda her bir birey neyin iyi olduğuna yani kendisi için yararlı olduğuna dair değerlendirmede bulunmakta özgürdür. Her halükârda değerler nihilizme götürür, çünkü belirli değerler diğer değerlerin tam tersini söyler, beyhude bir karşıtlık içinde. Kategorik buyruk tam da değerlere uygulanır. Yani benim tekil arzularıma karşı bir yasa değildir, benim kendi arzularımı ve değerlerimi başkaları için yasa hâline getirme eğilimime karşı bir yasadır.
Kant’ın meşhur bir cümlesi var, en güzel cümlelerinden biri: “İki şey, üzerlerine sık sık eğilip ısrarla düşünülürse, insanın ruhsal yapısını hep yeni, hep artan bir hayranlık ve korkunç saygıyla dolduruyor: üzerimdeki yıldızlı gök ve içimdeki ahlâk yasası.” Bu ikili bir sonsuzluk mu? Burada aslında neden söz ediyor?
Esasında aynı sonsuzluktan bahsediyor: her birimizde bulunan mutlak olanı ifade eden özgürlükten. Ahlak yasası ile bu sonsuzluk içsel bir ödev biçiminde verilir; hayatın bizi savurduğu şartlar ne olursa olsun, ödevden kaçmak için üretebileceğimiz bahaneler ne olursa olsun eylemlerimizi ahlakileştirmektir söz konusu olan. Bu sonsuzluk, şeylere indirgenmesi mümkün olmayan diğerlerine ve kendimize yönelik saygı biçiminde verilmiştir. Yıldızlı gök, bu sonsuzluğun estetik yüzüdür: Onun sonsuzluğu, insanlığın ahlaki yolculuğunun bitimsizliğini temsil eder. Kant burada “yücelikten” bahseder: Sınırsız özgürlüğümüz, yıldızlı sonsuz göğün yüceliğinde kendini gösterir, her zaman yeni bakışlara açıktır bu gök. Bugün insanların büyük çoğunluğu, özellikle de şehirlerde yaşayanlar, yapay ışıklar ve kirliliğin örttüğü yıldızları deneyimleyemiyor. Kant bu kayıpta mutlaka deneyimin yoksullaşmasını görürdü. Öyle ki artık kendi Ben’imden daha büyük bir ufku algılamak, bizi çıkarlarımızın dar sınırlarını aşmaya çağıran bu daveti görmek mümkün değilmiş gibi.