Claude Lévi-Strauss: “Antropoloji benim için bir sığınak oldu, çünkü ben bu çağda kendimi rahat hissetmiyorum”
Claude Lévi-Strauss: “Antropoloji benim için bir sığınak oldu, çünkü ben bu çağda kendimi rahat hissetmiyorum”
Guy Sorman’ın henüz Türkçeye çevrilmemiş Les vrais penseurs de notre temps (Çağımızın Gerçek Düşünürleri) kitabından İlker Kocael Türkçeye aktardı. Röportajın tarihi 1989. İyi okumalar.
Claude Lévi-Strauss ile röportaj yapmak diğer röportaj deneyimlerinden farklıdır. Öncelikle bu röportajı ayarlamak gerekir ki bu da birkaç ay sabretmek demektir. Şöhret arayan biri değildir o, eserleri ona zaten bu şöhreti sağlamıştır. Dahası, soru-cevap türünden bir röportaj onu sıkar: Düşünmek için belirli bir süreye ihtiyacı vardır. “Kayıt cihazı getirmeme nezaketini gösterin lütfen” dedi, “ki çalışmalarım üzerine derinlemesine sohbet edebilelim.” Durum çok açıktı, bunun tartışması bile olmazdı.
Claude Lévi-Strauss’un önemini vurgulamak gereksiz. Yalnızca onun Fransızcadaki anlamıyla entelektüel olmayı reddettiğini hatırlatayım; yani her meselede fikir beyan etmekten yana değil. Onun da söylediği gibi, “Her şeyi düşünebilmemiz mümkün değil!” Kişisel bir gözlem de ekleyeyim: Görüştüğüm tüm düşünürler arasında beni en çok o büyüledi, bunun sebebi de titizliğiydi. Sorduğum her sorudan sonra uzun bir sessizliğe gömüldü, cevap vermeden önce meseleyi kafasında evirip çevirdi. Sonra da cevap geldi: kısa, özlü, keskin ve net. Ne fazla bir kelime çıktı ağzından, ne de belirsizliğe sebep olacak bir cümle. İdeoloji ve söylemlerle kuşatılmış insani bilimlerde pek görülmüş şey değil bu.
Atmosferle ilgili bir not: Lévi-Strauss bir koleksiyoncu. “Altı yaşımdan beri koleksiyoncuyum” dedi. “Uzakta olana yönelik tutkum da muhtemelen buradan geliyor.” İlgi uyandıran objeler arasında şunlar vardı: Tibet “thangka”sı, Kuzey Amerika’dan yontulmuş bir direk, Birmanya lavtası. Ancak bunlar bizi yanıltmasın: Kâşif, nadir objelerin değil, insan doğasının peşinde.
İlkelleri Yeniden Saygınlığına Kavuşturma
“Yolculuktan ve yolculardan nefret ederim!” Bu meşhur söz, Claude Lévi-Strauss’un 1955’te yayımlanan en meşhur kitabının, Hüzünlü Dönenceler’in açılış cümlesi. İlkel toplumları gözlemleme işini yapan biri nasıl olur da kendi girişimiyle çelişen böyle bir sözü sarf edebilir? Lévi-Strauss bana yolculuğun antropoloğun amacı olmadığını söylüyor, o yalnızca antropoloğu deneyimler yaşayacağı sahaya ulaştıracak zorunlu ve can sıkıcı bir geçiş.
Peki 1930’lu yıllarda genç Lévi-Strauss’u hangi içsel gereklilik o kadar uzağa seyahat etmeye, Brezilya’nın ovaları ve nehirlerine, çok istediği o nesneyi (hakiki, otantik “vahşi” kabileyi) araştırmaya götürdü? “Muhtemelen Jean-Jacques Rousseau okumamdan dolayı” diye cevap verdi Lévi-Strauss. “Toplum Sözleşmesi ve Emile’i keşfim, bana köklerimizdeki insanlığı bulma arzusu vermişti.” Bahsettiği türden insanlığı, henüz tarih çevrimine dahil olmamış, Neolitik dönemde var olduğu biçimiyle kaldığı düşünülen Brezilya’nın Nambikvara ve Tupi yerlilerinde aradı. “Yerliler ve Avrupalılar buluştuğunda yaşadıkları ilk şoku yeniden kurmaya çalıştım. Ancak beni Hüzünlü Dönenceler kitabım üzerinden yargılamayın. Bu, benim bilimsel çalışmalarımın çeperinde kalan bir roman, yani etnolojiden ziyade bir Mac Orlan kitabı. Orada edebiyatın beni sürüklemesine izin verdim, örneğin bir grup yerliye baktığımda Rousseau’nun Topum Sözleşmesi’nde anlattığı köklerimizi gördüğümde.”
Dolayısıyla Hüzünlü Dönenceler’i diğer kitaplardan ayrı tutmak gerek, ancak şunu da unutmayalım: Batı dünyasında bu “roman”, o dönemde her yerde sömürgecilik karşıtı hareketler yükselirken, ilkellerin saygınlığını geri kazanmasında önemli bir rol oynadı. Lévi-Strauss orada Cizvit misyonerin Hıristiyanlığa ve moderniteye ihtida ettirdiği Bororo vahşisinden üstün olmadığını “kanıtlıyordu”. Kitap, Batı dünyasının vicdan muhasebesinde önemli bir noktaydı. Peki ilkel toplum mükemmel miydi? “Hayır, ancak barışçıl ve doğa ile uyumluydu” diye cevap veriyor bu soruya Lévi-Strauss.
Peki “kayıp” medeniyetleri bulma arzumuza cevap vermesi dışında, modern antropoloji ilkel bir kabilede neyi gözlemliyor olabilir?
“İnsanda sabit ve asli olanı arıyorum”
“İnsana dair bir şey anlamak istiyorsak,” diyor Lévi-Strauss, “içebakış yöntemini kullanan filozof gibi yalnız kendimizi gözlemlemekle yetinemeyiz. Bir tarihçi gibi yalnızca bir döneme de saplanıp kalamayız. Tam tersine, gemileri yakmak ve bize en az benzeyen kimler varsa onları gözlemlemek zorundayız. Ki böylece insan doğasında sabit ve asli olanı arayabilelim.”
Peki gerçekten Mato Grosso’da ya da Amazonlarda bulunan yerlileri görebilir ve onların kültürlerinden bir şey anlayabilir miyiz? “Şurası açık ki antropoloğun her şeyi anlayabilmesi mümkün değildir, ancak yaklaşık bir kavrayış hiç yoktan iyidir. Antropoloğun işi; fizikçi ya da kimyacınınkinden daha zor değildir, onlar da mükemmel olmayan araçlarla gerçekliğin ancak bir kısmını gözlemleyebilirler.” Lévi-Strauss burada hızlı bir seyahati övüyor: “Bu kısa seyahatler sayesinde bazen vakti çok dar olan kişi (bir fotoğraf çeker gibi) bir toplumun ana hatlarını görünüşte daha titiz çalışan ancak ayrıntılara boğulmuş bir bilim insanından daha iyi kavrayabilir.”
Lévi-Strauss, 50 yıldan bu yana saha çalışması yapmayı kesti, diğer etnologlar bu tür çalışmalara ekseriyetle devam etse de. Büyük romancılar gibi (Melville ya da Jack London’ı düşünelim) daha sonraki eserleri, Brezilya’ya yaptığı o ilk seyahatten edindiği intibaya dayanıyor. Lévi-Strauss oraya bir daha geri dönmedi. “Hatıralara bakıp sızlanmaktan kaçmak için” dedi bana. Ayrıca onun açısından saha çalışması yapmanın şart olmadığını düşünüyor. Elinde zaten çok zengin bir etnografik malzeme mevcut. Batılılar iki yüzyıldır ilkelleri gözlemlediği için, buralardan elde edilen bilgiler devasa boyutta. Ancak organize değiller, bir yapıdan yoksunlar.
“1950’li yıllara kadar” diyor Lévi-Strauss, “antropolojide eksik olan şey, gördüğümüzü anlamamızı sağlayacak bir kuram, bir sistem, bir araçtı. Bilimler, ancak açıklayıcı kuramlar vasıtasıyla işler hâle gelebilirler.” Bu şekilde örneğin sosyolojide, toplumsal gerçekliği yorumlamak için karşımızda olan tabloya doğrudan bakmak yerine onu bir sistem üzerinden okumak gerektiğini gösteren ilk kişi Marx’tır. Marx’ın sosyolojide yaptığını, Lévi-Strauss antropoloji için yapacaktır: “Geleneksel bilimlerin yüz yıllardan beri başka alanlarda yaptığı şeyi kendi alanıma uygulamaktan ibaret mütevazı bir çaba.” Antropolojiyi bu türden bilimsel bir kesinliğe doğru çekmekten asla vazgeçmeyecek biri o. Bu yüzden de bilimden ziyade edebiyata daha yakın olduklarını düşündüğü diğer antropologlardan fikri anlamda uzaklaşmış. ABD’den Clifford Geertz ya da Fransa’dan René Girard gibi.
– Girard sizinle kültürün kaynağı konusunda bir tartışma yapamadığı için hayıflanıyor.
– Ama, diye karşılık veriyor Lévi-Strauss her zamanki samimiyeti ve alaycı saldırganlığıyla, Girard vizyonu olan bir “yazar”, ki böyle olmak da onun sonuna kadar hakkı. Ancak bu durum derin bir tartışmayı olanaksız kılıyor.
Clifford Geertz için de benzer şekilde düşünüyor:
– Disiplinimizin inceleme nesnesinin ilkel kültürler değil, ilkel kültürleri gözlemleyen gözlemcinin gözlemlenmesi olduğunu iddia ederek antropolojide bir devrim yaptığını düşünüyor.
– Peki ya sosyobiyoloji?
– Konrad Lorenz kazların çiftleşme dansından bahsederken ya da Edward O. Wilson karınca topluluklarını anlatırken çok heyecan verici şeyler söylüyorlar. Ancak iş buradan insan topluluklarına dair çıkarım yapmaya geldiğinde ya romana ya da metafiziğe savruluyorlar!
Peki Lévi-Strauss kendisine yönelik tüm eleştirileri reddeder miydi?
– Kitaplarımın ömrü hakkında hayal görecek değilim. Otuz yıl sonra benim tüm anlattıklarım aşılmış olacak.
Yapısalcılık, medeniyetleri deşifre etmek için bir gözlük
Medeniyetleri deşifre etmek için Lévi-Strauss tarafından oluşturulan gözlüğe yapısalcılık diyoruz. Daha doğrusu, Lévi-Strauss’u yorumlayan kişiler böyle söylüyorlar. Kendisi bu kelimeye şüpheyle yaklaşıyor; kendisine ait olmayan bu kelimenin fazla indirgemeci olduğu fikrinde. Lévi-Strauss bana yapısalcılığın gerçek kurucularından birinin Roman Jakobson olduğunu söylüyor. Lévi-Strauss’un 1941 yılında New York’ta buluştuğu, Prag Ekolü’nün kurucusu Rus dilbilimci Jakobson, “ağzımızdan çıkabilecek sonsuz sayıdaki ses arasından her dilin az sayıdaki sesi bir sistem oluşturacak şekilde nasıl seçtiğini ve bu seslerin kendi aralarındaki zıtlıklar vasıtasıyla anlam farklılıklarını nasıl kurduklarını gösteren ilk kişi.”
Bu tanım size biraz karmaşık mı geldi? Öncesinde daha basit bir tanımı not almıştım, ancak yukarıdaki satırları Lévi-Strauss kendisi yazıp verdi. Bu tanım onun eserlerindeki tarzı da iyi özetliyor: Her kelime gerekli, tek bir kelime bile fazla değil.
Roman Jakobson için, dolayısıyla, her dil bir yapının farklı bir varyasyonundan başka bir şey değil. Lévi-Strauss ise, ilkellerin akrabalık ilişkilerini ve mitlerini karşılaştırırken aynı temel problemlere denk geldiğini fark etti. Kültürlerin çeşitliliği görüntüsünün ardında, insanlığın ortak psişik bir birliğe sahip olduğu sonucuna vardı.
Basit bir imge Lévi-Strauss’un yapısalcılığını anlamamızı sağlayacak: kaleydoskop.
Bir kaleydoskopta, çok fazla ama yine de sınırlı sayıdaki renkli nesne, dönmek suretiyle farklı şekillerde organize olmuş figürler ortaya koyar. Medeniyetler için de böyledir: Onlar da tüm insanlıkta ortak bulunan temel unsurların bir kombinasyonundan başka bir şey değildir. İşte bu yüzden birbirinden çok uzakta bulunan iki medeniyet arasında garip ortaklıklar gözlemleriz: Bu durum, illa ki medeniyetlerin birbirleriyle iletişim kurdukları anlamına gelmez. Lévi-Strauss’un anlattığı bir gözleme bakalım: Klasik Antik Çağ döneminde Uzakdoğu’da ve Amerika’da cüce bir halkın su kuşlarına karşı mücadelesini anlatan benzer mitler vardır. Bu mitler farklı yerlerde birden çok kez mi yaratıldı? Düşük ihtimalle. Ya birbirlerinden aldılar ya da insan ruhu orada ve burada benzer şekilde çalıştı.
Bu noktada Lévi-Strauss’un sanatı, modern ya da ilkel insan topluluklarının sahip olduğu benzer zihinsel zorunlulukları tespit etmekten ibarettir. İlkelleri gözlemlemenin avantajı şu: Bu toplumlar daha basit ve daha küçük oldukları için, bütüncül bir analize daha uygunlar. Mitler ve toplumsal kurallar, Lévi-Strauss’un “yapısal sabitler”i tespit ederken kullandığı temel malzemeler.
Örnek mi? Eserlerindeki en bilinen örnek ensest yasağı. Tüm toplumlarda, aile dışından evliliğe zorlayan bu yasak “biyolojik” erkeklikten toplumsal erkekliğe geçişi sağlıyor. İşte değişmeyen yapılara bir örnek.
Ancak Akrabalığın Temel Yapıları kitabı yayımlandığından bu yana (ensest üzerine olan bu kitap 1943’ten 1947’ye kadar yazıldı), hayvanları inceleyen gözlemciler birçok vahşi türün, özellikle de şempanzelerin ensestten kaçındığını tespit etti. Lévi-Strauss’un “kültürel” argümanı, “doğaya dayalı” argümanlar karşısında çürütülmüş mü oldu?
Lévi-Strauss’un cevabı: “Ensest yasağının gerçekten doğaya dayalı bir temeli olsaydı, insan toplumlarının bu konuya neden bu kadar takıntılı olduğunu ve bu yasağı getirme konusunda neden delice bir çaba sarf ettiğini açıklamamız çok zor olurdu.” Lévi-Strauss’a göre kültürün temeli kurallardır: “Hayvan biliminden aldığımız modelleri kültürel olgulara uygulamak mümkün değildir.”
Vahşi düşünce
Dolayısıyla biz Avrupalıların, yerde çıplak uyuyan ve boş zamanlarında bit ayıklayarak eğlenen Nambikvara yerlileri ile sahip olabileceğimiz ortaklıkları anlamamızı sağlayacak olan şey işte bu yapısalcılık. “Biz de onlar gibi insan olduğumuza göre, onlarla kişisel ilişkiler kurabiliriz. Onlarda bize absürt ve şoke edici gelen gelenekler görsek de, aslında bu gelenekler bizim geleneklerimiz ve kurumlarımızla özünde karşılaştırılabilir bir yapı oluşturuyor.” Yani sonuçta “ilkel” ya da “gelişmiş” medeniyet diye bir şey yok; asli ve benzer meselelere medeniyetlerin verdikleri farklı cevaplar var. “Vahşiler” düşünmekle kalmıyorlar, onların “vahşi düşünceleri” bizimkinden aşağı değil, ayrıca gayet karmaşık. Yalnızca çalışma biçimi bizimki gibi değil.
“Batı düşüncesi” diyor Lévi-Strauss, “akılla kavrananın egemenliğinde. Yani duyularımızı, kavramlara feda ediyoruz. Vahşi düşünce ise tam tersine, soyut verilerle değil duyulara dayalı tecrübelerin (koku, doku, renk) öğrettikleriyle muhakemede bulunur.”
Her iki durumda da insan Evren’i çözme çabasındadır; vahşi düşünce de kendi tarzıyla bunu modern düşünce kadar iyi başarıyor.
“İlkelleri” ayırt eden tarihtir
Peki medeni insanları, ilkel dediğimiz insanlardan ayıran şey nedir? “Tarihe karşı tutumları” diye cevap veriyor Lévi-Strauss. İlkeller tarihi sevmez, hatta ona sahip olmak istemezler. Normalde olduklarından daha ilkel olmak isterler. Aslında birçok olay vahşi toplumları altüst etti (savaşlar ve barışlar, hükümdarlıklar ve devrimler), ancak onlar bunların izlerini silmeyi tercih ediyorlar. Avusturalya Aborijinlerinin ya da Amazon yerlilerinin binlerce yıl önceki hâlleriyle aynı durumda olduklarını düşünürsek hata ederiz, onlar da çok değiştiler. Ancak bizim toplumlarımızın zıttı olarak Lévi-Strauss’un “soğuk” diye isimlendirdiği bu toplumlar, Tanrıların yarattığı biçimiyle kaldıklarını, değişmediklerini düşünmeyi tercih ediyorlar.
“Modern” olan bizde ise durum tam tersi: Tarih dediğimiz şey bir tapınma nesnesi adeta. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği, kafamızda oluşturduğumuz tarihimiz vasıtasıyla anlamlandırmaya çalışıyoruz. Lévi-Strauss’a göre, “Tarih, ‘modern’ toplumların son miti.” İlkeller mitlerini nasıl düzenliyorlarsa, biz de tarihi öyle düzenliyoruz: evrene dair bütüncül bir bakış oluşturmak için yaptığımız keyfî manipülasyonlar ile.
Antropoloğun rolü toplumu daha iyi bir yere taşımak değildir
Neredeyse hiç ilkel toplum kalmadığına göre etnoloji hâlâ mümkün mü? Lévi-Strauss bu sorumu reddediyor. 18. yüzyılın âlimleri, birkaç yıl içinde incelenebilecek ne varsa incelemiş olacaklarını düşünüyorlardı. Dolayısıyla yüzlerce toplum hâlâ keşfedilmeyi bekliyor. Daha ziyade uzaklarda bulunan ya da egzotik birçok toplumu henüz incelemiş değiliz. Tabii kendi kültürümüzde de kavramamız gereken birçok şey var.
Lévi-Strauss bana, Fransa’da devletin ancak 1930’larda kendi geleneklerimizin incelenmesini, ilgili belgelerin toplanmasını teşvik etmeye başladığını söyledi. O döneme kadar bu türden çalışmalar bilimsel anlamda değersiz görülüyordu. Lévi-Strauss’un Collège de France’taki sosyal antropoloji laboratuvarı, Amerikan yerlileri ya da Avusturalya Aborijinleri için kullandıkları etnolojik metotların aynısını Bourgogne’un kuzeyinde bulunan Minot kasabasına uyguladı.
Hangi amaçla? Lévi-Strauss, “Olayın benimle ilgili tarafına bakarsak, tek amacım bilgi edinmekti. Bazıları antropolojiyi çağdaşlarına hizmet etmek ya da toplumu daha iyi bir yere taşımak için yapıyor. Bu belki mümkündür, ama benim ilgimi çeken şey bu değil! Şunu da inkar edemem: Antropoloji benim için bir sığınak oldu, çünkü ben bu çağda kendimi rahat hissetmiyorum.”
Keşfedilecek alanın büyüklüğü devasa olsa da bu alanın küçülmekte olduğu da bir gerçek. Bu, antropolojiye zarar veren bir şey değil. Lévi-Strauss, Yunan medeniyetinin yok olmasından iki bin yıl sonra da bu medeniyetin inceleme nesnesi olmaya devam ettiği tespitini yapıyor. Antropologlar, Yunan medeniyeti araştırmacıları gibi, Christophe Colomb’dan beri ortadan kaybolan toplumları da çalışabilirler. Lévi-Strauss, Yeni Dünya’nın keşfinin ve sömürgeciliğin insani bir felaket, “suçların en büyüğü” olduğunu söylemeden geçemiyor. Ancak Christophe Colomb’un ya da büyük dedelerimizin yaptıklarından bugün bizim sorumlu olmadığımızı da ekliyor. Lévi-Strauss, Üçüncü Dünya için gözyaşı döken Avrupalı entelektüellerin suçluluk hissini saçma ve yersiz buluyor: “Üçüncü Dünya’nın bugünkü yöneticileri, ‘geri kalmış’ denen kendi kültürlerinin yok edilmesinde en az günümüzün Batı dünyası kadar sorumludur.”
Dikkat: Bu cümlede de her kelime önemli.
Irkçılık karşıtlığı gereksiz bir söylem
Lévi-Strauss’un düşüncesi, belli ki entelektüel tabuların etkisinde pek kalmıyor. 1971 yılında Paris’te UNESCO’da Irk ve Kültür adını verdiği bir konuşma yaptı. Bu konuşma büyük bir skandala neden oldu. On sekiz yıl sonrasında bunun sebebini anlamaya çalışıyorum.
“Üç yasağı delmiştim” diyor Lévi-Strauss. “Öncelikle modern genetiğin, ırk kavramını gözden düşürüp onun yerine gen havuzu kavramını kullanarak, ırk kavramından metafizik olmayan bir şekilde bahsetmeyi ve ayrımların hangi nesnel verilere dayandığını anlamayı kolaylaştırdığını söylemiştim. Sonrasında iyi niyetin, her zaman var olmuş ve var olacak psikolojik tutumları ırkçılıkla karıştırdığını, dolayısıyla bu iyi niyetin ırkçılıkla mücadelede yeterli olmadığını söyledim. Örneğin kültürler arasında az çok sempatiye dayalı ilişkiler gelişebilir, ancak aynı kültürlerin sınırlarda karşı karşıya gelmesi ile bu kültürler arasında normaldir ki saldırgan tutumlar ortaya çıkabilir. ‘İlkeller’ bunu çok iyi biliyorlar. Son olarak (üçüncü yasağı delişim), kültürlerin fazla izole olmadığı sürece yaratıcı olduğunu düşünüyordum, ancak yine de bir ölçüde izolasyonun gerekli olduğu fikrindeydim.” Lévi-Strauss’a göre her medeniyette, izolasyon ve iletişim uçları arasında açıklık ve kapalılık anlamında optimum nokta yakalanabilir. Bu noktalar, medeniyetin farklı tarihi dönemlerine göre farklılık gösterir. Kültürler aralarında hiç iletişim kurmazlarsa, katılaşırlar. Ancak çok hızlı iletişim kurmaları da yararlı değildir, kültürlerin dışarıdan aldıklarını hazmetmeleri için süre tanınmalıdır. “Bugün bana öyle geliyor ki Japonya bu optimumu yakalayabilmiş olan tek ülke: Dışarıdan çok şey almakla beraber birçok şeyi reddediyor da.”
Lévi-Strauss’un bu yaklaşımı bugünün Fransa’sına nasıl uygulanabilir? “Ülkemize yabancıları kabul etmeliyiz,” diye cevap veriyor bana, “ülkemizin demografik dengesizliği sebebiyle bile olsa. Ancak şurası açık ki yabancılar, az çok ‘entegre edilebilir’ insanlar. Entegrasyon mekanizmaları –örneğin okul- gittikçe daha işlevsiz hâle geliyor. Fransa toplumu, dolayısıyla, en hızlı entegre olabilecek kişileri seçme hakkına sahip.” Zaten kota sistemiyle ABD’nin de her zaman yaptığı budur, diye hatırlatıyor Lévi-Strauss, ki bunda kimse karşı çıkılacak bir şey görmüyor.
80 yaşına gelen Lévi-Strauss hala yolculuktan ve yolculardan nefret ediyor mu? Hem de her zamankinden daha çok! Ancak yine de seyahat ediyor. Şimdinin ardında bir geçmiş bulabilmek için seyahat ettiğini söylüyor. Antropolog Alfred Métraux’nun 1950’lerde dediği gibi “Yahudi entelektüel” Lévi-Strauss geçenlerde ilk kez İsrail’e gitti. Oradan ne aldı? “Yalnızca arkeoloji yaptım” diye cevap veriyor bana. “Zaten Yahudiliğe dayanan köklerim beni çok ilgilendirmedi, din anlamında da öyle. Kendimi animizme daha yakın hissediyorum, özellikle Japon Şintoizmine.”
Yakın zaman önce Lévi-Strauss Kore’yi keşfetti. Rehberleri şaşırtan bir şekilde ülkenin modern yapılarına ve ekonomik başarısına kayıtsızdı. İlgilendiği şey bu büyük medeniyetin kalıntılarıydı. “Lévi-Strauss,” diyor Koreli genç bir öğrenci “yalnızca artık var olmayan şeylerle ilgileniyor!”